Sabır güzel şeydir.
Kutsal kitaplardan, ünlü düşünürlere; anne babalarımızdan, hayatın “kendi eğitim sistemiyle” verdiği derslere, hepsinin ortak noktasıdır sabretmek.
Haşa huzurdan, amacım The Witcher 3’ün ertelenmesinden sebep bir hayat dersi vermek değil ama düşünsenize! Fast food restoranlarının bile artık yavaş olarak anıldığı bir dönemdeyiz ve hayatın bizzat kendisini tüm içeriğiyle hızla tüketmeye fena meyillenmiş durumdayız. Daha hızlı gelmesini, daha fazla olmasını istediğimiz şeylere olan hevesimiz de aynı hızla tükeniveriyor.
Oyun endüstrisi de bu hızlı tüketimin kurbanı son yıllarda. Oyunu zaman öldürmek (ki ne kadar korkunç bir tabirdir zaman öldürmek!) amacıyla kullanan değil, bir kitap ya da film kadar; hatta onlardan daha mühim bir eğlence ihtiyacı olarak gören hardcore kitleye hitap etmekten öte yeni kitleler, yeni ticari kazançlar peşine düşen endüstri aradığını mobil platformda, sosyal medya sitelerinde bulduğu günden beri ancak büyük markaların tutunabildiği ya da bağış kampanyalarının hayat verdiği oyunların nefes alabildiği bir cenk meydanı buralar.
Hikayenin ön plana çıktığı, 10 saati aşmakta zorlanmayan ve her bölümünde başkalaşan triple-A yapımları eskisi kadar sık göremiyoruz. Buradaki sıklıktan kastım kendime ters düşerek “daha çok istemek” değil. Siz de farkındasınız ki sadece online odaklı, multiplayer içerikli oyunlar gelen talep doğrultusunda revaçta ve düşmesine imkan vermediğim ivmeyi düşününce eski anlayışla oyun geliştirme fikri öyle herkesin kabul edeceği bir iş dalı olarak görülmüyor. Çünkü “o anı” arkadaşlarla paylaşmak üstün geldi çıkılan bireysel yolculuklardan. Ve para kazanmak isteyen firmalar da uzun geliştirme süreçleri ve maliyetler yerine tek bir noktaya odaklanmayı makul buldu.
Yeni IP’lerin adım atmaya cesaret edemediği, satış rakamlarının yapımcıları madara edebildiği bu cenk meydanında hikaye odaklı gördüğümüz oyunların çoğu güçlü bir marka olarak hafızalara kazındığı için varlar. Elder Scrolls, Half Life, Gran Theft Auto, The Legend of Zelda, Uncharted, God of War…v.b. (Her ne kadar “Fallout da ne? Bekleyeni var mı?” diyenler olsa da.)
Oyuncuların gönlünde taht kuran, güçlü bir marka olarak anılan ve kimi zaman hayal kırıklığına uğratsalar da bir şans daha tanıyabileceğimiz bu oyunlar bizden bu krediyi nasıl kazandı? Mesela bir örnek: Half Life, 1998 yılında PC’ye çıkışını gerçekleştirdi ve onun bu cenk meydanındaki yerini ölümsüzleştiren devam oyunu tam 6 yıl sonra çıkageldiğinde hikaye sunumundan animasyonlarına, grafiklerinden seslere, animasyonlarından yapay zekasına FPS türünde bilinen tüm çıtaları yükseltti. Bir diğer örnek 2002 yılında yapımına başlanan ve 2006’da piyasaya sürülen The Elder Scrolls IV: Oblivion. Ardından aynı firmadan 2008 yılında Fallout 3 (orjinalinde 2004 yılında yapımına başlanmış) ve nihayetinde 2011 yılında The Elder Scrolls V: Skyrim oyuncularla buluşturuldu. Jak 3’ün hemen ardından kolları sıvayan Naughty Dog ekibi 3 yıl sonra Uncharted: Drake’s Fortune’u sundu tabağımıza yepyeni bir IP olarak ve devam oyunu 2 yıl sonra teşrif ederek PlayStation 3 sahiplerini mest etti. Gelmiş geçmiş en iyi oyunlardan birisi olarak anılan The Legend of Zelda: Ocarina of Time, tam 6 yıllık geliştirme süreci sonrasında 3D dünyaya taşınarak bugün halen oyunlarda kullanılan mekaniklere ilham oldu.
Bütçelerine, yapım ekibinin kalitesine ve becerilerine göre değişse de bu geliştirme süreçleri, temelde amaç aynıydı. Yapımcılar bizden güven kazandılar çünkü güvenilir, standartları yeniden belirleyen, zengin içerikler sunan veya çıktığı platformun hakkını vermeyi kendine amaç edinmiş ürünlerle çıkageldiler. Ne biz bu kadar sabırsızdık tüketmek için, ne de onlar bu kadar ısrarlıydı seri üretime geçmek için. Oyunlar sadece oyunları hayatının bir parçası haline getirmiş olanları hedefliyordu; oyunları bir çekirdek olarak görenleri değil. Mobil cihazınızda kaç ücretsiz oyunu deneyip sildiğinizi bir düşünün hele…
Peki uzun geliştirme süreçleri sonrasında büyük hayal kırıklığına uğratan oyunlar da yok mu? Var elbette ve uzun geliştirme süreçleri her daim kült doğuracak diye bir kaide yok. Ama tüm kültlerin de uzun bir yolculuğun ardından oyuncuyla kucaklaştığı aşikar.
Her sene çıkışına kızdığımız oyunlarsa aslında bizim eserimiz, yapımcıların değil. Activision, EA veya Ubisoft’un yaptığı tek şey talebe cevap vermek oldu. Onlar “büyük boy olsun mu?” diye sordu, biz de “evet” dedik. Rockstar ne kadar “Her yıl kolaylıkla çok ilerleme kaydetmeden yeni bir GTA oyununu piyasaya sürebilirdik ama buna karşılık hayranların seriye olan ilgisi tükenirdi.” dese de ne Call of Duty’e ne de Assassin’s Creed’e ilgi tükenmedi. Assassin’s Creed Unity’nin bulunduğu ahvale rağmen sıradaki Assassin’s Creed oyunu için ortam oluşturulmaya çalışılıyorsa, bu talep sandığımızdan daha kısa sürede biteceğe de benzemiyor. (Bknz: ben, Victoria döneminde geçtiğini görünce yelkenleri suya indirdim.)
Artık durum öyle ticari bir hal aldı ki “Kara Cuma çılgınlığına, yılbaşı alışverişlerine yetişsin de gerisi mühim değil.” mantığı standartları belirleyen, yeni fikirler içeren; hadi bunları geçtim şöyle oturaklı bir oyunla kucaklaşma özlemimizi arttırdı. Sonuç? Tamamlanmamış, hatalarla boğuşan, dengesiz, ilk gün yamaları neredeyse 20 GB’ı bulduğu halde adam edilemeyen oyunlar ve biz tüketmek için sırada bekleyen sabırsız oyunculardan ibaret oyun dünyası. 1080p olmalı, 60 fps olmalı, hatasız olmalı, hikayesi güzel olmalı ve 100 saat olmalı, optimizasyonu oturmuş olmalı, senin sahip olduğun platforma da çıkmalı, benim sahip olduğum platforma da çıkmalı, 9 puandan aşağı almamalı. Hemen, çabucak, şimdi… Sabredemiyoruz!
Sabredemediğimiz için de bağımsız bir firma tarafından geliştirilen, 36 farklı sona sahip olan, bir önceki oyunundan 30 kat daha büyük bir harita ve 50 saatten uzun bir oynanış vadeden ve henüz duyurusunun üzerinden 1 sene geçmemiş bir oyunun 2. kez ve 3 ay gecikecek olması bizi kızdırıyor.
Ama ben kızmıyorum azizim. The Witcher 3’ün ertelenmesine kızmamalıyız. İşin ucunda beklediğime değecek bir oyun olacağına dair güçlü bir inancım; her yıl çıkmayan, bir öncekinden daha çok şey vadeden ve beni bir oyuncu olarak gerçekten heyecanlandırmayı başarabilen bir yolculuk var karşımda.
Hem demezler mi: "yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına."