Filme dair ağır bir spoiler yok, sadece karakterlerden ve hikayenin gelişiminden biraz bahsediyorum. Yine de film hakkında hiçbir şey bilmeden izlemek isterseniz yazıyı okumanızı tavsiye etmiyorum
Son dönemlerde sizler de mutlaka fark etmişsinizdir, neredeyse tüm dizi ve filmler kitaplardan uyarlanıyor. Eğer kitap uyarlaması değilse de eskiden yapılmış bir filmin yeni versiyonu oluyor. Bu durumdan elbette o kadar da şikayetçi değilim, yani kitap uyarlaması kısmından. Hem Türkiye’de ne yazık ki basılamayan kitapların basılmasını sağlıyor hem de yeni kitaplar e yazarlar keşfetmemizi sağlıyor bu durum. Bugünkü yazımızın konusu da aslında kitaptan uyarlama bir filmin incelemesi.
Donald Ray Pollock’un aynı isimli kitabından uyarlanan The Devil All The Time, geçtiğimiz gün Netflix’te yayınlandı. Özellikle oyuncu kadrosu ile film duyurulduğu günden bugüne kadar dikkat çeken bir film oldu. Her ne kadar sağlam bir kadrosu olsa da ilk puanları biraz tatsızdı. Bu yüzden ben de hemen izleyip kendi fikirlerimi yazmak istedim. Öncelikle filmin konusu ile başlayalım, aslında kitabın da konusu elbette.
Askerden dönen Willard Russell, dönüş yolunda bir kafeye uğrar. Kafede çalışan kadına aşık olur, ancak ne yazık ki samimi olamadan kendi evine dönmesi gerekir. Kısa bir süre sonra yeniden aşık olduğu kadının yanına döner ve olaylar gelişir, sonunda da evlenirler. Willard Russell’ın eşi kansere yakalanır ve Willard Russell da karısını kurtarmak için farklı yollara başvurur. Bu anlattığım kısım filmin ilk yarım saati. Ama ne yazık ki filmin hikayesi ile ilgili daha fazla ayrıntı vermeyeyim ki spoiler yemeyin. Sadece şunu söyleyeyim, eğer film izlemeyi seviyorsanız bu filme de mutlaka bir bakın. Filmin yönetmenliğini Antonio Campos üstleniyor, oyuncu kadrosunda ise Tom Holland, Sebastian Stan, Bill Skarsgård, Robert Pattinson, Harry Melling, Riley Keough, Mia Wasikowska, Jason Clarke ve Eliza Scanlen gibi isimler bulunuyor.
Dediğim gibi The Devil All The Time bir kitap uyarlaması. Aslında bunu söylememe gerek bile yok, çünkü filmi izlediğinizde bir kitabı okuyormuş gibi hissedeceksiniz. Filmde bir anlatıcı bulunuyor ve yer yer olayları size açıklıyor. Açıklamaktan ziyade karakterlerin düşüncelerini sizlere daha net bir şekilde aktarıyor. Elbette oyunculuğun kötü olduğunu düşünmeyin çünkü filmin en başarılı noktası oyunculuğu ama oraya daha sonra geleceğim. Dediğim gibi film size bir kitabın içerisinde olduğunuzu hissettiriyor. Hikâyenin işlenişi aynı bir kitap gibi. Birbirinden farklı birkaç olay oluyor ki aslında bunların birbirinden ayrı olmadığını biliyorsunuz, sonra tüm bu hikayeleri birbirine bağlıyor. Aslında tüm hikâyenin çıkış noktası da karakterlerden birinin diğer bir karaktere kafede yer vermesi. Sadece bu yer verme olayından dolayı kelebek etkisiyle film iki olay örgüsüne bölünüyor ve iki olay kendi içerisinde gelişiyor. Filmin sonunda bu iki olay filmin başındaki gibi birleşiyor. Birbiri ile alakası olmayan iki karakteri baş başa bırakıyor. Açık konuşmak gerekirse bu olaylar zincirini ve sonundaki birleşme durumunu film size hissettirmiyor. İki ayrı hikâye izliyor gibi gidiyorsunuz ama karakterlerin birbiri ile nasıl bağlanacağını da fark ediyorsunuz. Nasıl olacağını da az çok tahmin edebiliyorsunuz, filmin başarısı da aslında bu kısım. Neler olacağını bir yere kadar tahmin edebiliyorsunuz, sonrasında da sadece tahmin ettiğiniz şeyi izlemek kalıyor. Ancak film bir yerden sonra da sizi tamamen bir boşluğa bırakıyor.
Film birbirinden ilginç karakterler barındırıyor ve filmin bütününe baktığınızda bu karakterlerin birbiri ile nasıl bir bağlantısı olduğunu görüyorsunuz. Aslında başı ve sonu olan bir film değil ya da karakterlerin veya tek bir karakterin başlangıçtan sona doğru giden hikayesini işlemiyor. Gündelik hayatta belki de her gün başımıza gelen ama fark etmediğimiz tesadüfi şeylere uzaktan bakmamızı sağlıyor. Elbette içerisinde ekstrem hikayeler bulunuyor, ancak günlük yaşantımızda karşılaştığımız bireylerin de nasıl bir hayatı olduğunu bilmiyoruz. Film sizi, belirli bir yerin çevresinde gelişen bir olayın ortasından alıyor ve yine başka bir hikâyenin ortasına bırakıyor.
Dediğim gibi aslında günlük yaşamla benzetebileceğiniz bir hikâye ilerleyişi var, fakat karakterlerin hikayesine baktığınızda olay çok karanlık yerlere gidiyor. Sadece hikâye için değil, hem karakterler hem de sizin için hikaye oldukça garip yerlere gidiyor. Filmin bu garipliğe kavuşmasını sağlayan şey de karakterleri.
Filmin ilk bölümü aslında din üzerine, ikinci kısmı ise şiddet üzerine. Din kısmını da şöyle özetleyeyim; filmin ilk kısmındaki karakterlerden biri pedofili bir rahip. Diğer karakter ise örümcek fobisinin tanrı tarafından gönderildiğini düşünen ve bu fobisini yenmek için suratına zehirli örümcek boşaltan biri. Ancak bu din ve şiddet ögesi hiçbir zaman hikâyenin merkezine alınmıyor. Hikâyenin merkezinde her zaman karakterler var. Karakterlerin özelliklerine göre hikâyenin detayları şekilleniyor. Din yüzünden başlayan hikâye şiddet ile son buluyor.
Filmin olumlu anlamda en rahatsız ettiği kısım ise bahsetmiş olduğum karanlık kısımları. Film öyle çok gergin bir film değil, ancak karakterlerin gelişimleri o kadar rahatsız ediyor ki filmi ikiye bölerek izlemeniz daha yararlı olabilir. Film her ne kadar yavaş bir tempoya sahip olsa da aslında olaylar çok hızlı gelişiyor.
Biraz da teknik detaylara bakalım. Film aslında bir dönem filmi. İkinci Dünya Savaşı ile 1960’ların arasında geçiyor. Görsellik ve ses konusunda her şey döneme uygun. Absürt gelen herhangi bir durum mevcut değil. Yönetmenlik anlamında ise öyle ahım şahım bir durum olduğunu söyleyemeyeceğim. Elbette güzel bir yönetmenlik var, ancak filmin kalitesini ekstra yukarı taşıyan bir durum yok. Filmin kalitesini yukarıya taşıyan şey ise kesinlikle oyunculuk.
Film dediğim gibi karakterlerin üzerinde gelişen bir hikâyeye sahip. Hatta spesifik olarak tek bir karakterin çevresinde gelişen bir hikâye, her ne kadar bunu farklı aktarmaya çalışsa da. Karakter odaklı bir film olduğu için de oyunculuklar ekstra önemli ve gerçekten hangisine övgü yağdırayım bilmiyorum. Tom Holland, elinden şiddetten fazlası gelmediğini ve bu yolda kaybolduğunu çok güzel hissettiriyor. Robert Pattinson, o iğrenç karakteri o kadar iyi oynamış ki karakterden nefret ediyorsunuz. Bill Skarsgård çaresizliği muazzam hissettirmiş. Kısaca her oyuncu muazzam bir iş çıkartmış.
Filmin eksisi yok mu, elbette var. Kitaptan biraz daha farklı bir şekilde yaklaşılmış hikâyeye. Bu da aslında hikâyede bazı boşluklar oluşturmuş. İşleniş anlamında değil. Hikâyenin kendisi yer yer boşlukta hissettiriyor. Yani “Şu an ne izliyorum ben?” sorusunu uyandırıyor kafanızda ve cevap veremiyorsunuz. Ya da yazının başında bahsettiğim ekstra bir anlatıcının olması hikâyenin derinliğini etkiliyor. Karakterin iç dünyasını biz hissediyor olsak da bazen anlatıcı durumu açıklayarak pekiştiriyor, ancak bazen de farkında bile olmadığımız bir olayın geçmişini anlatıyor. O zamanlarda da hikâyenin eksiklerini direkt fark ediyorsunuz. Anlatıcı olması her ne kadar güzel bir dokunuş olsa da hikâyenin boşluklarını da gün yüzüne çıkarıyor.
Sonuç olarak her ne kadar filmin eksikleri de olsa kesinlikle izlenilmesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle oyunculuk için mutlaka izlenilmesi gerekiyor. Kitabını okumanızı da ekstradan tavsiye ediyorum çünkü kitabın daha iyi olduğu tartışılmaz bir gerçek. 2 saat 11 dakika uzunluğundaki filmi şu anda Netflix’te bulabilirsiniz.